23 Haziran, 2019

Televizyon izlemek çocukların gelişimini nasıl etkiler?

Pazar, Haziran 23, 2019 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Çocuklara ne kadar televizyon izletelim? Bu hem anne babaların kendilerine sorduğu bir soru, hem de araştırmacıların bir çalışma konusu. Artık çocukların etkileşime geçtiği elektronik aletler televizyon ile sınırlı değil, birçok çocuk akıllı telefon ve tablet ile de haşır neşir olarak büyüyor. Peki bu elektronik aletlerin faydaları ve zararları neler? Çocuklara fazla televizyon izletmek neden zararlı olabilir? Televizyon veya tabletten çocuklar gerçekten de yeni bilgi edinebiliyor mu? Bir yazı dizisi içinde bunları cevaplamaya çalışacağız.

Bugünkü konumuz televizyon ve çocukların gelişimi. Amerikan Pediatri Akademisi (APA), 2 yaşından küçük çocuklara televizyon izletilmemesini önermiş ve 2 yaşından büyük çocukların da günde 2 saatten fazla televizyon izlememesi gerektiğini söylemişti. 2016 yılında bu önerilerini güncelleyen kuruluş birkaç yeni düzenleme önermişti. Bu yeni önerilere göre, 18 aydan küçük çocukların Skype gibi uzaktaki tanıdıkları ile görüntülü konuşma dışında televizyon ve tablet gibi aletlere erişimi olmamalıdır. 18 ila 24 aylık çocuklar bazı programlar izleyebilir, fakat bu esnada mutlaka yetişkin biri çocukla birlikte aynı programı izlemeli ve program hakkında açıklayıcı konuşma yapmalıdır. 2 ila 5 yaş arası çocuklar için günlük izleme limiti 1 saattir ve programlar yetişkin biri ile birlikte izlenmelidir. Ayrıca, elektronik aletlerden uzak zamanlar (örneğin yemek zamanı) ve uzak yerler (örneğin yatak odası) planlanmalıdır. 


Ülkemizde ebeveynlerin çocuklarının telefon bağımlılığından şikayet ettiğini, ancak birçok ebeveynin dışarıda yemek yerken veya gezerken çocuğun eline veya önüne telefon ya da tablet koyduğunu görüyoruz. Peki bir şeyler izlemek çocukların gelişimi için gerçekten de zararlı mı? 2015 yılında Infant Behavior and Development (Bebek Davranışı ve Gelişimi) dergisinde yayınlanmış bir çalışma (Lin vd., 2015), küçük çocuklara ne kadar televizyon izletildiği ve televizyon izleme sıklığı ile çocukların gelişimi arasındaki ilişkiyi incelemiş. Tayvan'da yürütülen çalışmada 15 ila 35 aylık çocuklar yer almış. Çocuklar AAP'nin 2011 yılındaki önerilerine göre iki gruba bölünmüşler: 24 aylıktan küçük olanlardan televizyon izleyenle televizyon grubuna, hiç televizyon izlemeyenler de kontrol grubuna dahil olmuştur. 24 aydan büyük çocuklar için ise eğer çocuk günde 2 saatten fazla televizyon izliyorsa televizyon grubuna, daha az izliyor ise de kontrol grubuna girmiştir. Çalışma çocukların dil gelişimini ve bilişsel ve motor gelişimlerini ölçmüştür. Yani çocukların hem iletişimsel hem de hareket etme ve düşünme ile ilgili becerilerini ölçmüştür. Aşağıdaki grafik çalışmanın sonuçlarını göstermektedir:


Bu grafikte dikey eksen ortalama günlük televizyon izleme süresini dakika bazında göstermektedir. Yatay eksende ise sırayla çocukların bilişsel, dilsel ve motor becerilerinin gelişimi görülmektedir. Açık gri renkli sütunlar tipik gelişimi gösterirken, koyu gri renkli sütunlar gecikmeli yani sorunlu gelişimi göstermektedir. Özetle, çalışmanın sonuçları daha çok televizyon izleyen çocukların her 3 alanda da, yani bilişsel, dilsel ve motor kabiliyetleri olarak, yaşıtlarının gerisinde kaldığını göstermektedir. 

Çalışmanın ilginç başka bulguları daha vardır. Annenin eğitim seviyesi yükseldikçe çocuğun televizyon izleme süresi azalmaktadır. Ayrıca çocuklar ebeveynleri dışında birinin, örneğin büyükanne veya bakıcının gözetimindeyken daha çok televizyon izlemektedirler. Benzer çalışmaların ülkemizde yapılması çocukların gelişiminin televizyon-tablet-telefon izleme ile olan ilişkisini anlamak için faydalı olacaktır. Siz çocukların telefon-tablet kullanımı ve televizyon izlemesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Kaynaklar:
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0163638314001192?via%3Dihub
https://www.aap.org/en-us/about-the-aap/aap-press-room/Pages/American-Academy-of-Pediatrics-Announces-New-Recommendations-for-Childrens-Media-Use.aspx

Konuk yazar Erol Kuntsal'dan: Rumeli Feneri

Pazar, Haziran 23, 2019 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Konuk yazarımız Erol Kuntsal, bu ilginç ayrıntılarla bezeli yazısında bize Rumeli Feneri'ni, tarihini ve mitolojisini tanıtıyor. 

Erol Kuntsal'ın diğer yazılarını okumak için buraya, tüm konuk yazarlarımızın yazılarına göz atmak için buraya tıklayabilirsiniz. Konuk yazar olmak için iletişime geçebilirsiniz. 




Bulundukları yerlerden çevrelerine saçtıkları ışıklarla, engin denizlerde yol alan denizcilere yol gösteren yapılardır deniz fenerleri. 
Genellikle, denizlerin hemen kıyısında ve çoğunlukla yerleşim yerlerinden uzaktadırlar.  
Ulaşılması o zor yerlerde bazen tek başına, bazen ailesi ile birlikte yaşayan, arıza anında müdahale etmek için hazır bekleyen fener bekçileri bulunur. 
Şöyle bir düşünün; gece yarısı zifiri karanlıkta Karadeniz’de yol alan ve İstanbul Boğazı’na ulaşmaya çalışan bir geminin kaptanısınız. Ufukta, Boğazın Rumeli yakasının en ucundan (Ben, Trakya yakası demeyi daha çok seviyorum) size ışığını gönderen ve koordinatlarından Rumeli Feneri olduğunu bildiğiniz fenerin ışığını görünce neler hissedersiniz? 

Biraz daha dikkat ederseniz, boğazın en geniş yeri olan bu bölgede, onun 3,5 km doğusundan ışık gönderen Anadolu Fenerini de görürsünüz. Belki de dünyanın en zor su yollarından biri ve denizcilerin yüzyıllardır korkulu rüyası olan İstanbul Boğazı’na yaklaşmaya başlarsınız. O ışıklara bakarak hesaplarınızı yapar, telsiz görüşmeleri sonucu müsaade aldıktan sonra yavaş yavaş boğazın insanı tedirgin eden sularına girersiniz. Kendinize tam olarak güvenemiyorsanız bir kılavuz kaptan istersiniz. Bu sular tehlikelidir. Kuzey-güney yönünde 2-5 deniz mili hızında bir akıntı vardır. Hava her zaman açık değildir. Bazen fırtınalı, bazen yağmurlu, bazen karlı, bazen sislidir. Yüzeyin 40 metre altında bu defa güney-kuzey yönünde akan bir de ters akıntı vardır. Boğazın derinliği 50-70 metredir, en dar yerine yakın iki noktada 100 metreyi aşar. En dar yeri Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasıdır ve sadece 700 metredir. 




RUMELİ FENERİ’NİN TARİHİ

Gelin bu çok özel fenerin tarihine kısaca göz atalım. 
Ülkemizde 354 deniz feneri olduğu söylenir. 
Bugün gördüğümüz Rumeli Feneri yaklaşık 160 yaşındadır. 1853-1856 yıllarındaki Kırım Savaşında, Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğaz girişini görebilmeleri sorun olur. Zamanın Padişahı Sultan Abdülmecid tarafından 20 Ağustos 1860 tarihinde verilen 90 yıl süreli imtiyaz ile Fransızlar yeni bir fener yapmak için Anadolu Feneri ile birlikte inşaata başlarlar. İmtiyaz, sürenin dolmasına 17 yıl kala, Cumhuriyet Yönetimi tarafından 1933 yılında iptal edilir. Bu arada imtiyaz sahiplerinin ciddi miktarda para kazandıkları biliniyor. 

Kayıtlarda, 1500’lü yıllardan beri var olan fenerin 1583’te onarıldığı yazılı. Yine kayıtlara göre yüksekliği 120 basamak olup, üzerinde etrafı camlarla kaplı 12 pencereli bir oda ve odanın ortasında, etrafında halka şeklinde sıralanmış fitiller bulunan yağ dolu bir kap vardır. Geceleri fitiller yakılarak ışık vermesi sağlanmaktadır. Aşağıda, Cambridge Üniversitesi Trinity Collage Kütüphanesinde bulunan bir albümdeki 1500’lü yıllardaki durumu görülüyor. Bu, fenerin en eski çizimlerinden biridir.  Geniş bir taş kaide üzerinde tuğladan inşa edilmiş çokgen bir gövde vardır. 



Fenerin bulunduğu köyün antik çağlardaki adı Panium Burnu, Bizans dönemindeki adı ise Fanaraki veya Fanariyan Burnudur. Fenerin hemen önündeki kayalıkların Osmanlı dönemindeki adı Kanlı Kayalar’dır. Sonraları Kocataş, Körtaş, Mavi Kayalar ve Kızılkaya da denilmiştir. Bugün bu kayalıklara Öreke adı veriliyor. 




Burunda, tarihi Bizans dönemine kadar giden bir hisar kalıntısı da vardır. Bugün gördüğümüz hisar, Osmanlı hizmetine girmiş bir Rum askeri mühendis tarafından inşa edilmiş bir hisarın kalıntılarıdır. Anadolu Kavağında da benzer bir hisar varmış, ama izi kalmamıştır. 

MİTOLOJİ VE RUMELİ FENERİ

Boğazın girişinde ve Rumeli Feneri’nin hemen önündeki, Antik çağlardan beri bilinen, mitolojide yer alan ve efsanelere konu olan Öreke kayalıklarına, mitolojiye göre altın postu bulmak için Karadeniz’e doğru kürekli gemilerle yola çıkan Argonotlar da uğramışlardır. Söylentiye göre bu kayalıklar, birbirinden ayrılıp birleşen beş büyük kayadan oluşuyormuş. Hareket ettikleri, birbirlerine yaklaşıp uzaklaştıkları, denizcilere tuzaklar kurdukları, aralarından geçen gemileri sıkıştırarak yuttukları söyleniyormuş.

Argonotlar kayalıkları geçmek için yanlarında getirdikleri güvercinleri kayalara yaklaşınca serbest bırakırlar, kuşların hareketi ile çarpışan kayalıklar açılarak tekrar birleşmek üzere iken Argonotlar gemilerini bu kısa süreden yararlanarak geçirirlermiş. Mitolojiye göre bu fikri argonotlara, bugünkü Garipçe’de oturan ve lanetlenmiş Kral olarak anılan Phineas, kendisine yardım ettikleri için vermiş.  
Gerçekte böyle bir şey yok, her şey gel-git hareketinin sebep olduğu bir algıdan ibarettir deniliyor.

Ancak, bu konuda çok başka şeyler söyleyenler de var. 19. yüzyılın önde gelen jeologlarından Rus doğa bilimcisi, coğrafyacısı, gezgini ve asker bir babanın çocuğu olan Prens Piyotr Aleksandroviç Çihaçof (1808-1890); bilim dünyasında Pierre de Tchihatchef olarak tanınmış, 1842-1844 yılları arasında İstanbul'da Rus Büyükelçiliğinde çevirmen olarak çalışmış, Türkçe öğrenmiş, Anadolu, Suriye ve Mısır'ı görmüş, İstanbul ve Boğaziçi adlı çok değerli bir kitap yayınlamış, özellikle 1847-1858 yılları arasında Ana-dolu’da yaptığı araştırma gezilerini 1864 yılında sekiz cilt olarak Fransa’da yayınlamıştır. Petersburg’da başladığı üniversite eğitimini Fransa’da tamamlamış, eserlerini çoğunlukla Fransızca yazmış ve Pierre de Tchihatchef adıyla yayınlamıştır.  

Tchihatchef, tüm antikçağ yazarlarının iki tane ada olduğunu, birinin Avrupa, diğerinin Asya yakasında bulunduğunu yazdıklarını belirtiyor. Strabon’un (burası ünlü coğrafyacının kendi vatanıdır) iki ada arasındaki uzaklığı da yazdığını, bunun boğazın genişliği ile uyumlu olduğunu, bugün Asya tarafındaki adacığın kaybolduğunu, zaman zaman görülebilen bazı kaya parçaları dışında bir iz kalmadığını, Avrupa yakasındaki adanın ikisi büyük oniki kayacık olarak görüldüğünü, bunu sadece denizin etkisi ile açıklamanın güç olduğunu yazıyor. 
İstanbul Boğazı’nın magmatik faaliyet sonucu meydana geldiğini yazıyor ve şunları ekliyor; “Bu nedenle elimizde kalan tek açıklama Asya yakasındaki adacığı taşıyan deniz dibi bölümü alçalırken, Avrupa tarafında zıt yönde bir hareketin oluşması ve deniz tarafındaki kaya parçacıklarının su yüzüne çıkmaları varsayımıdır. Denizaltı yüzeyindeki bu dalgalanmanın çok eski, ama yine de insanın ortaya çıkmasından sonraki bir çağda, Boğaz’ın kuzey yöresinin sahne olduğu büyük bir sarsıntının son ve çok zayıflamış artçı şokundan başka bir şey olmadığı kabul edilebilir; deniz yüzeyinde volkanik kayalıkların belirmesi ve yok olması biçiminde yansıyan bu sarsıntı efsanenin doğmasına yol açmıştır.”  


Pierre de Tchihatchef (1808-1890)

Bizans döneminde kayaların en büyük ve en yüksek olanının tepesine, gemilere yol göstermek için dikilmiş Pompei Sütunu adlı bir sütun vardı. Küçük bir Apollon Tapınağı bulunduğu da söyleniyor. Sütun 1680 Nisan’ında yıkılmış, 1800’e gelindiğinde de tamamen yok olmuştur. Günümüzde bu kayalardan faydalanılarak balıkçı limanı için bir dalgakıran yapılmış ve kayalar karaya bağlanmıştır!

Garipçe köyünün antik çağlardaki adı Gyropolis ya da Akbabalar Köyü idi. Garipçe adının Gyropolis’ten dönüştüğü söyleniyor. 
Diğer bir görüşe göre, köyün adı Karibce’den gelmekte. Karib, Osmanlıcada “yakın, yakında olan” anlamını taşıyor; köyün Rumeli Fenerine “yakınca” olması, bu adı doğurmuştur diyenler de var.  

GEZGİNLERİN ANILARINDA RUMELİ FENERİ

Pierre Gyllius (1490-1555): Rumeli Fenerinden ilk bahsedenlerden Fransız bilim adamı ve çevirmen şöyle yazıyor: “Faros ucunda her gece denizciler için ışık yayan bir feneri taşıyan sekizgen bir kuledir. Bu kule her yönde camlı pencerelerle kaplıdır ve kurşunla birleştirilmişlerdir, bu da bunun Türklerin değil, Hıristiyanların eseri olduğunu gösterir. Paneion Burnu’nun tepesinden her yöne doğru enine boyuna Karadeniz gözükür.”

Ali Macar Reis: II. Selim'in davetine icabet ederek Osmanlı Donanması'nda görev alan, İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı Donanması'nın merkez gemilerinden birinde kaptanlık yapan, 1567 yılında yaptığı en eski Osmanlı deniz haritalarından birinin sahibidir. Haritasında, fenerin yeri işaretlidir. Ceylan derisi üzerine çizdiği yedi adet haritadan oluşan Atlas, Topkapı Müzesi Kütüphanesi Hazine Kitaplığındadır. 

Busbecq (1522-1592): Fransız diplomat şunları yazıyor: “Avrupa yakasında, denizciler için geceleri ışık yanan bir kule vardır. Bu kuleye Faros derler.”

Wenner: 1616’da İstanbul’a gelen gezgin, fenerden şöyle bahsediyor: “Yüksek haşmetli bir kule, üstünde ve çepeçevre duvarlarında yüksek pencereleri büyük camlarla korunmuştur. Ortadaki büyük bir demir levhanın içine fitiller ve yağ konulur ve geceleri tutuşturulur ki gemiciler bunu çok uzaktan görür.”

Evliya Çelebi (1611-1680): En büyük, değerli ve esprili gezginimiz, Seyahatnamesinde “Kaleden taşra yüksek bir kule üzre bir fanus-u azim” yani “Kalenin dışında, yüksek bir kule üzerinde büyük bir fener” bulunduğunu yazıyor. 

II. Rakoçi (1676-1735 Tekirdağ): Macar kurtuluş savaşını yöneten ve Avusturya karşısında başarılı olamayıp önce Fransa’ya, ardından Osmanlı İmparatorluğuna sığınan, almayı ümit ettiği yardımla amacına ulaşmak isteyen Macar Prensi, İstanbul Büyükdere’de ikamet ederken, adamları ile birlikte Rumeli Feneri’ne gitmiş, kayaların üzerinde bir tapınak olduğunu bildiği için, iyi yüzme bilen bir adamına kayaların çevresinde sütun ve tapınak kalıntılarını aratmış, sonuçta parçalanmış bazı kalıntılardan başka bir şey bulamamıştır.  Hayatı, ayrı bir yazı konusu olacak kadar ilgi çekicidir. 

Feldmareşal Helmut Von Moltke (1800-1891): Almanya’da doğan, aristokrat bir aileden gelen, 1836-1839 yılları arasında gezmek için geldiği Türkiye’de uzman ve askeri danışman olarak kalan, 1858-1888 yılları arasında Prusya Devleti Genelkurmay Başkanı olan, alışılagelmiş bir komutandan çok bir bilgine benzeyen Moltke, anılarında bu bölgeyi gezdiğini, kayalıkları incelediğini ve gelgit olayını gözlediğini yazıyor. 

SARI SALTUK TÜRBESİ VE RUMELİ FENERİ

Fenerin içinde bir de türbe var; Sarı Saltuk Türbesi. 
Fener ile türbenin ne alakası var diyebilirsiniz, anlatayım.



Sarı Saltuk; 13. yüzyılın sonunda yaşayan, biraz misyoner, biraz ermiş ve biraz bilgin nitelikleri ile anılan bir Türkmen Şeyhi’dir. Balkanlarda Müslümanlığın yayılması için çalışmış bir misyoner olarak anılı-yor. Tarihçi Hammer, Horasan erenlerinden olduğunu, Ahmet Yesevi Hazretlerinin Halifesi Hacı Bektaş’ı Veli’nin himayesindeki bir din büyüğü olduğunu yazıyor. 

Ölüm tarihi 1297 olarak kabul edilen Sarı Saltuk, inanışa göre Mostar yakınlarındaki Buna nehrinin muhteşem bir dağın altından kaynak şeklinde doğduğu yerin hemen yanındaki Blagay Tekkesinde yaşamış, tekkenin şeyhliğini yapmış ve orada toprağa verilmiştir. Vasiyeti üzerine, öldüğünde kimse gömüldüğü yeri tam olarak bilmesin diye, yedi farklı tabutu, yedi farklı yere gömülmüştür. Bunlardan biri de Rumeli Feneri’nin bulunduğu yerdir. Blagay’daki Sarı Saltuk türbesi, konumu ve olağanüstü doğası nedeniyle, birçok tasavvuf ehli tarafından ziyaret edilen yerlerden biridir. Yolunuz Mostar’a düşerse, bu muhteşem yeri muhakkak görmenizi öneririm. Bu fotoğrafta sadece türbeyi ve dağın içinden çıkan nehri görüyorsunuz. Dağ ve çevre çok daha etkileyici.



Arnavutluk’un Kruja bölgesinde, Romanya’da ve pek çok yerde de Sarı Saltuk türbeleri var. 
Gemiler, o yıllarda boğaz girişindeki türbeye dikilen mumların ve içinde yakılan fenerlerin ışığından yararlanarak yollarını bulmaktadırlar.  
Bugün gördüğümüz fener, yapımı sırasında birkaç kere yıkılınca, Sarı Saltuk’u rahatsız etmemek için, fenerin türbeye dokunmadan üzerine inşa edilmesine karar verilir. Köylüler burada Sarı Saltuk’un makamının olduğunu ama zamanla yıkıldığını, bu nedenle bu zatın kendi üzerindeki kuleyi yükseltmediğini söylerler. Fransızlar da köylülerin gönlünü almak için türbeyi onarırlar ve kuleyi onun üzerine inşa ederler. Cemaat sabah namazından sonra topluca türbeye giderek dua eder ve köyün balıkçıları denize açılırken ziyaret ederler.  

NAZIM HİKMET VE RUMELİ FENERİ

1950 Haziranının bir Pazar sabahında, dayanılmaz baskılar karşısında Nazım Hikmet, kız kardeşi Melda Hanım’ın ilk eşi, tiyatro yazarı ve gazeteci Refik Erduran’ın yardımı ile küçük bir balıkçı teknesinde Bulgaristan’a kaçarken fenerin önünden geçmiş ve fener bu kaçışa sessizce tanıklık etmiştir. 
Gelin burada Nazım’ın o güzel şiirini hatırlayalım;

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani
Öyle gibi de görünüyor
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş ta istemez hani.

RUMELİ FENERİ’NİN YERİ VE ÖZELLİKLERİ

Yazımızı fenerin yeri ve karakteristikleri ile bitirelim. 
Enlem ve boylamı, yani haritadaki yeri şöyle; 41 derece 14 dakika 07 saniye N, 29 derece 06 dakika 45 saniye E.
Işık karakteristikleri şöyle: Fl (2) 12 sec 58 M 18 M. 
Bu da ne böyle derseniz açıklaması şöyle: Fl: Flashing-Çakarlı, (2) 12: Oniki saniyede bir iki defa çakar, 58 M: Denizden 58 metre yüksekte, 18 M: On sekiz mil uzaktan görülebilir.

SONUÇ

Değerli Dostlar, bugün bu fenerin yanında bir balıkçı köyü var. Ilık bir bahar veya yaz günü köy kahvesinde bir Türk kahvesi içerken, Karadeniz’i, Boğaz girişini ve balıkçıları seyredip, yukarıda mümkün olduğu kadar özetlemeye çalıştığım bilgileri hatırlamanızı diliyorum. 
Eğer fener bekçilerinin kapısını çalarsanız, birkaç kişiden oluşan ekiple sohbet edebilirsiniz ve belki size bir de çay ikram ederler. 
Hemen karşıda Anadolu Fenerini de göreceksiniz. Belki bir gün onu da yazarız.


KAYNAKLAR
[1] John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi-İstanbul, YKY, Aralık 2002, s. 295.
[1] Sedat Bornovalı, Boğaziçi Tarih Atlası, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 200.
[1] John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi-İstanbul, YKY, Aralık 2002, s. 308.
[1] Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Şubat 2003, s. 291.
5 Pirere de Tchihatchef, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Haziran 2000, s.35.
[1] Jak Deleon, Boğaziçi Gezi Rehberi, Remzi Kitabevi, Haziran 1998, s. 52.
[1] Busbecq, soylu sınıftan gelen babası sayesinde iyi bir eğitim gördü. Rönesans ve hümanist hareket hız kazandığı dönemde üniversite eğitimi aldı. Bir sınır anlaşmazlığını çözmek için Avusturya imparatoru I. Ferdinand’ı temsilen elçi olarak İstanbul’da görevlendirildi. 1555-1560 dönemini, arada ülkesine gidip gelerek İstanbul’da ve Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli yerlerinde geçirdi. Gördüğü ve öğrendiği her şeyi yazdı. 1592’de ülkesine dönerken radikal Katoliklerin saldırısına uğrayarak öldürüldü. Daha fazla bilgi için: Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2011.
[1] Kelemen Mikes, Türkiye Mektupları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014, s. 38.
[1] Feldmareşal Helmut Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Remzi Kitabevi, 3. basım 1999, s. 84.
[1] Osman Sönmez, Fenerler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 13.

24 Ocak, 2017

Konuk yazardan: "Kılıç (Uluç) Ali Paşa, Mimar Sinan, Cervantes ve Don Kişot Üçlemesi"

Konuk yazarımız Erol Kuntsal, bu ilgi çeken ayrıntılarla dolu sürükleyici tarih yazısında yan yana nasıl geleceğini merak edeceğiniz üç ismin hikayesini işliyor.

Erol Kuntsal'ın diğer yazılarını okumak için buraya, tüm konuk yazarlarımızın yazılarına göz atmak için buraya tıklayabilirsiniz. Konuk yazar olmak için iletişime geçebilirsiniz. 




Çağdaş olsalar bile bu isimler nasıl yan yana gelir demeyin. 1500’lü yıllarda yapacağımız ve önemli bir kısmı denizlerde geçecek bu kısa geziye katılırsanız sebebini anlayacaksınız.

Kılıç (Uluç) Ali Paşa (1500 – 1587)

Galata’dan Kabataş’a giderken, Tophane semtinde, yolun sağında güzel bir câmi vardır. Çoğumuz önünden geçeriz ama ismini bilmeyiz. Bu câmi Kılıç Ali Paşa Câmiidir ve yaptıran kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa, Türk denizciliğinin en parlak şahsiyetlerinden biridir. Sadece bizde değil, dünya denizcilerinin de en büyüklerinden sayılır. 

Kılıç Ali Paşa

Güney İtalya’nın Calabria bölgesindeki Castella kasabasında doğar. Balıkçı bir ailenin çocuğudur. 14 yaşında papaz olmak için Napoli’ye giderken Cezayirli Müslüman korsanlara esir düşer ve bir süre forsalık yapar. Bu dönemde adı Giovanni Dioniği Galeni’dir. Müslüman olur ve İtalyanca isminden bozma Uluç Ali diye anılır. Uluç, Arap asıllı olmayan korsanlara verilen addır. Bazı kaynaklara göre de, ailesi Aydın sahilinde yaşayan Türkmenlerdendir. Saint Jean Şövalyelerince kaçırılıp İtalya’ya götürülür. Castella’da bir İtalyan asilzâdesinin emrinde büyür. 

Özetle; bazıları İtalyan, bazıları Türk asıllı olduğunu söyler. İtalyanlar, 1989’da Castella kasabasının en büyük meydanına, onun büyük bir heykelini dikerler ve sahip çıkarlar. (Castella, çizme şeklindeki İtalya’nın tabanındadır!) Irkı ne olursa olsun Uluç Ali, Osmanlı terbiyesiyle büyür. Zekâsıyla, kabiliyetiyle ve düzgün fiziğiyle dikkat çeker. Kendisine itimat edenlerin yüzünü kara çıkarmaz. Barbaros Hayreddin Paşa’nın himayesinde ve 1548’den sonra Turgut Reis’in yanında yetişir. 1551’de Turgut Reis’in yanında İstanbul’a gider ve bir süre tersane kaptanı olarak çalışır. Turgut Reis’in yanında Trablus’un fethine, Sicilya ve Napoli seferlerine katılır. 1560’da Piyale Paşa komutasında Akdeniz’e çıkan donanmada görev alır ve Cerbe deniz savaşında bir filoya komuta eder. 1565’de Malta kuşatmasına katılır, kuşatmada şehit düşen Turgut Reis’in yerine Cezayir Beylerbeyliğine getirilir. 

Osmanlı donanması, 7 Ekim 1571’de İnebahtı deniz savaşında; Papalık, Malta, Venedik ve İspanya müttefik donanmasına  karşı ilk defa bozguna uğrar. 295 parçadan oluşan Haçlılara karşı, savaşın açık denizde yapılması gerektiğini kabul ettiremediği kaptan-ı derya Müezzinzade Ali Paşa ve Pertev Paşa dışında, sağ kanatta İskenderiye Beyi Mehmet Bey ve sol kanatta Uluç Ali Paşa vardır. Tam olarak bilinmemekle birlikte, elde 180 ile 250 arasında gemi bulunmaktadır. İki donanma Mora'nın kuzeyinde, İnebahtı Körfezi'nde karşılaşır. Savaş, Haçlı donanmasının kesin zaferiyle sonuçlanır. Haçlılar 16 bin ölü ve yaralı ile 15 gemi kaybederken, Osmanlılar 30 bin ölü ve yaralı ile 140 gemi kaybederler. Kaptan-ı derya bile şehit düşer. 

Haçlı donanmasının yaralıları arasında, yıllar sonra Don Kişot romanını yazan Miguel de Cervantes Saavedra da bulunmaktadır.

Uluç Ali Paşa çok iyi savaşır. Malta Şövalyeleri’nin komutan gemisini ele geçirir ve düşmanın sol kanadını oluşturan Malta donanmasını yok eder. Ancak savaşın kazanılmayacağını anlayınca, emrindeki 30 gemiyle birlikte ağır yara alan donanmayı savaş alanından kaçırmayı başarır ve İstanbul’a döner. Bozgun haberini Edirne’deki II. Selim’e bildirir ve Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa tarafından 71 yaşında kaptan-ı derya, yani deniz kuvvetleri komutanı yapılır ve bu görevde 16 yıl kalır. Uluç olan lakabı Kılıç’a çevrilir. Adı artık kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa olurken, kendisinden yeni bir donanma hazırlaması istenir. Bunun için pek çok malzemeye ihtiyaç olduğunu, kısa sürede böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olduğunu söyleyen Paşa'ya Sokullu’nun, "Donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" demesi, İmparatorluğun o dönemdeki gücünü göstermesi bakımından önemlidir. 

1574’de Tunus’u İspanyollardan geri alması diğer bir başarısıdır. Kaptan-ı deryalığı sırasında birkaç padişah değişir, ama o görevinin başındadır. İnebahtı’da imha edilen donanmayı kısa sürede yeniden kurar. 250 gemiden oluşan yeni donanma, vefatından sonra yüz seneden fazla dünyanın en güçlü donanması vasfını taşımaya devam eder. 

Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, 7 Mart 1573’de Venedik büyükelçisi Barbaro’ya: “Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yenmekle bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür biter” der. İşte o yenilgi İnebahtı savaşıdır. 

Sadece başarılarıyla değil, yaptığı hayır işleri ile de tanınır. Padişah III. Murat’ın oğlu şehzade Mehmet için Sultanahmet Meydanında yapılan meşhur sünnet düğününde, Kılıç Ali Paşa tarafından sunulan havai fişek gösterisi İstanbulluları büyüler. 

Yaşı ilerleyince; adının sadece denizlerde değil, yanında medresesi, sebili ve hamamı olan bir câmi ile de anılmasını ister. Devletin en güçlü mevkilerinden biri olan kaptan-ı deryalık makamındadır, ama yine de zamanın devlet adamları gibi o da padişaha sormadan hiçbir iş yapmamayı âdet edinir. Bu maksatla Sultan III. Murad’ın huzuruna çıkıp arzusunu bildirir. Padişah latife olsun diye, “İstanbul’da cami yapılacak yer yok, sen deryalar serdarısın, sana karadan bir karış toprak veremem, var git câmini deryaya kur” der. Kılıç Ali Paşa “Başüstüne!” der. Padişah sonradan “Maksadım lâtifeydi, dilediği yere câmisini yapsın, bunca külfete girmesin” diye haber gönderdiyse de, hünkârın ilk emrini yerine getirmekten vazgeçmez. “Padişah ağzından söz bir kere çıkar. Onu tutmamak olmaz. Hükümdarları Allah söyletir.” diye düşünür. Kaptan-ı deryalar hep deniz kenarına cami yaparlar; Kılıç Ali Paşa, Sinan Paşa, Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve diğerleri... Mimar Sinan’dan yardım ister. Caminin deniz üzerine yapılacağını söyleyerek nereye yapılmasının uygun olacağını sorar. Sinan, Tophane sahilinde denizi doldurtarak küçük bir yarımada oluşturur. 

Topografyadaki değişim yüzünden bugün camii ve külliyesi kıyıdan uzakta kalmış olsa da caminin içi ve dışı mimari olarak önemli bir değişikliğe uğramamıştır. Bugün bile bütün haşmet ve zarafetiyle ayakta duran Kılıç Ali Paşa Câmii ile külliyesinin inşası 1580’de biter. 

Kılıç Ali Paşa Camii (kaynak: http://t24.com.tr/files/alem-2.jpg)

Halk arasında, sabah namazını kırk gün fasılasız Kılıç Ali Paşa Câmiinde kılanların muhakkak Hızır Aleyhisselâmı göreceğine inanılır ve her yerden bu niyetle gelen insanlar câmiyi doldurur. Paşa, câminin tamamlanmasından sonra yedi sene daha yaşar. Vefatına kadar vakit namazlarını hep bu câmide kılar, medresedeki talebelerle yakından ilgilenir. Denizcilikte kendisini geliştiren, ömrünü vatan hizmetine adayan, zaferden zafere koşarak adını tarihe yazdıran ve hayatında hiç mağlubiyet tatmayan Paşa, bir sabah namazını yine camide kılıp fakirlere sadaka dağıtıp evine döndüğünde hastalanır ve vefat eder. Karısının adı Selime Hatun’dur ve hiç çocuğu olmamıştır.


Kılıç Ali Paşa Beşiktaş ve Fındıklı’da, Hanımı da ayrıca Fındıklı’da mescitler yaptırırlar. İkisi de muhtaçların ihtiyaçlarını giderir, muntazam bir şekilde aylık verirlerdi. 
Cami’nin arkasındaki mezarlıkta denizci mezarları var.
Kılıç Ali Paşa’nın türbesi de orada. 

Mimar Sinan (1489 – 1588)

Özetlemek gerekirse; 1512’de devşirilerek Kayseri’den İstanbul’a getirilir ve önce taşra hizmetinde çalıştırılır. Daha sonra Acemi ocağına ve Yeniçeri ocağına alınır. Kanuni Süleyman’ın 1521 Belgrad seferine ve 1522 Rodos seferlerine katılır. 1526 Mohaç seferinde zemberekçibaşı (baş teknisyen) olur. 1529 Viyana ve 1534-1535 Irak seferlerine katılır. Van gölünü aşacak üç geminin yapımında gösterdiği başarısıyla hasekiliğe yükselir. 1536 Boğdan seferinde Prut nehri üzerine üç günde kurduğu köprüyle dikkat çeker ve saray baş mimarı olur. 360’ı aşkın eseri vardır. Bunların 84’ü cami, 57’si medrese, 8’i köprü ve 40’ı hamamdır. Hepsinin yapımında fiilen bulunması mümkün değildir. Ama projeleri hazırlayan ve uygulatan odur. 1550-1557 yıllarında kalfalık eserim dediği Süleymaniye camiini, 1569-1575 yıllarında ustalık eserim dediği Selimiye camiini yapar. 

Sinan, Kılıç Ali Paşa Camii ile birlikte üç kaptan-ı deryaya aynı sahil boyunca üç güzel câmi yapar; Kasımpaşa’da Piyâle Paşa ve Beşiktaş’ta Sinan Paşa câmileri. Sinan'ın ustalık devri eseri olan Kılıç Ali Paşa Camii'nin hemen yanında, daha sonra Sultan I. Mahmut’un yaptırdığı Tophane Çeşmesi ve Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Nusretiye Saat Kulesi vardır. 

Dış görünüşe biraz dikkatli bakınca, bildiğiniz başka bir binayı andırdığını göreceksiniz. İki binanın boyutları çok farklı olduğu için benzerlik ilk anda gözünüze çarpmayabilir, ama Kılıç Ali Paşa Camii Ayasofya'nın küçük ölçekli bir tekrarıdır. Sinan camiyi Ayasofya'nın basit bir kopyası olarak değil, onun eksik yönlerinin tamamlanıp, mimari yönden daha geliştirilmiş hali olarak yapmıştır. İhtimal ki, Ayasofya’nın mimarları yerinde ben olsam bu binayı nasıl yapardım, ya da Ayasofya böyle olsa daha mükemmel olurdu düşüncelerle yapmıştır. Kubbenin iki yayında kemerler ve binayı dıştan destekleyen duvarlar var. Binanın içinde Ayasofya’nın özellikleri pek yok, çünkü Ayasofya'ya güzelliğini ve büyüleyiciliğini veren çok sayıdaki sütun burada iyice azaltılmış. Ama ondan daha güzel ve daha aydınlık. Mihraptaki çiniler, İznik'in parlak döneminin ürünü.

Osmanlı zamanında sadrazam bile olsa kimse padişaha saygısından iki minareli ve kubbe çapı 15 metreyi geçen câmi yaptıramazdı. Bu imtiyaz padişaha aitti. Onun için Kılıç Ali Paşa Câmii tek minarelidir. Kubbesi de selâtin câmilerden daha küçüktür ve 12 metredir. Avlu duvarları, yapıldığı dönemde denize bitişikti. Zamanla deniz o kadar dolduruldu ki, sahil câmiden uzaklaştı ve şimdiki mesafeye ulaştı. 

Cervantes (1547 – 1616) ve Don Kişot

Miguel de Cervantes Saavedra, gezginci ve yoksul bir hekimin oğludur. Babasının yaşamına uymak zorunda kalır ve okumaya meraklı olmasına rağmen düzenli bir öğrenim göremez. 

1569’da Papa’nın İspanya elçisinin hizmetine girer. Safkan olduğunu, Yahudi veya Magripli kanı taşımadığını onaylayan bir belge alır. Aynı yıl Madrid’de kız meselesinden bir asilzâdeyi yaralar ve hakkında tutuklama kararı çıkarılır. Ceza olarak sağ eli kesilecek ve 10 yıl sürgünde kalacaktır. Elini kurtarmak için İtalya’ya kaçar, İtalya’yı dolaşır, bu arada klasikleri ve İtalyan edebiyatını okur. 

1570’de II. Selim Kıbrıs’ı fethedince, Papa 5. Pius, Osmanlılara karşı haçlı ittifakı çağrısında bulunur. Çağrıyı İspanya ve Venedik kabul eder. Deniz muharebesi için hazırlanan Roma’daki İspanyol birliğine katılanlar arasında parasız olduğu için Cervantes de vardır. 7 Ekim 1571’de, tarihin gördüğü en büyük deniz savaşı olan İnebahtı Savaşı’na katılan Yüzbaşı Cervantes, göğsünden yaralanır ve bir top güllesiyle de sol eli kullanılamaz hale gelir. Sağ elini kurtarmak için Madrid’den kaçan yazar, bu defa sol elini kurtaramamıştır. 1574’e kadar Navarin’de ve Tunus’ta savaşlara katılır. 

Cervantes'in Juan de Jáuregui tarafından yapılmış portresi.
Bu portrenin gerçekten Cervantes'i yansıtıp yansıtmadığı bilinmemektedir.

1575’de İspanya’ya dönerken bindiği İspanyol gemisi, Marsilya açıklarında Cezayirli Türkler tarafından kuşatılır. Arnavut asıllı Türk denizcisi Deli Mehmet Reis tarafından esir alınır. Deli Mehmet Reis, İnebahtı Savaşı’nda filosunu Haçlıların eline geçmekten kurtaran Uluç Ali Reis’in yardımcılarındandır. Esirler arasında Cervantes’in kardeşi Rodrigo da vardır. Cezayir’de beş yıl esaret hayatı yaşayan Cervantes, altı defa kaçma teşebbüsünde bulunur ama başaramaz. Sertliği ile tanınan Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa, defalarca kaçmaya teşebbüs eden bu esire acaba neden ağır bir ceza vermez? Ondaki zekayı, yaratıcılığı ve farklılığı mı görmüştür, yoksa başka sebepler mi vardır? Bu konuda çeşitli yorumlar var. 1580’de İstanbul’a getirileceği sırada bir rahip tarafından satın alınarak özgürlüğünü kazanır. 


Bir iddiaya göre; Akdeniz’de beş yıl boyunca Osmanlı leventleriyle savaşan, daha sonra bir beş yıl da esaret hayatı yaşayan  Cervantes, Türklerden o kadar korkmuştur ki, romandaki yel değirmenleri Türkleri, Don Kişot aptal bir savaşçıyı yani Avrupalıları temsil etmekte, dolaylı olarak Türklerle savaşmanın aptallık olduğu vurgulanmaktadır.

Cervantes, kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa'yı söyle anlatır: "Esir olarak kürek çekmiş, daha sonra dinini değiştirmiş ve Müslüman olmuştu. O kadar cesurdu ki, ahlaksızca yollara başvurmadan Cezayir beylerbeyi olmuş, sonra da hükümdarlığın en yüksek rütbelerinin üçüncüsü olan kaptan-ı deryalığa getirilmişti. Aslen Calabria'lıydı, ahlaklı ve iyi bir adamdı, esirlerine çok insanca davranırdı. Öldükten sonra geriye kalan üç bin esiri, vasiyet ederek, padişah ve diğer dönme askerler arasında paylaştırıldı. Ben Venedikli bir dönmeye düştüm.” Anlattığı Venedikli dönme, Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa’dır. 

Cervantes, yenilmez denilen Osmanlı donanmasını yenmiş bir ordunun talihsiz askeridir. "Büyük savaş hazırlıklarının yapıldığı konuşuluyordu; bütün bunlar beni etkiledi, harekete geçirdi, beklenen sefere katılmaya heveslendirdi. Her şeyi bırakıp İtalya'ya girmek istedim ve öyle yaptım. Talihim varmış, Senyor Don Juan de Austria, Cenova'ya yeni gelmişti, Venedik donanmasıyla birleşmek üzere Napoli'ye geçiyordu, daha sonra donanmalar Messina'da toplandı. Kısacası, o şanlı seferde ben de, başarılarımdan ziyade talihim sayesinde, şerefli piyade yüzbaşısı rütbesine getirilerek yer aldım. Bütün dünya milletlerinin Osmanlıların kibir ve küstahlığını kırdığı, Hıristiyan âleminin o mutlu gününde, İnebahtı açıklarında bulunan onca talihli insan arasında, bir ben talihsizdim!"  

1580’de Madrid’e döndükten sonra geçimini yazarlıkla sağlamaya çalışır. 1580’de tiyatro oyuncusu bir kadından bir kızı olur. 1584’de 19 yaşında ve yüklü drahoması olan bir hanımla evlenir. 

1580’den sonraki 36 yılı da özgür yaşayamaz. 1585’de devlet memuru olur. 1589’da kilise malını kötüye kullanmaktan tutuklanır ve aforoz edilir. 1592’de usulsüz buğday satışı yapmaktan tutuklanır ve bu yüzden eşi tarafından terk edilir. 1597’de kamu fonlarını ortadan kaybolan bir bankere emanet ettiği için tutuklanır ve iki yıl hapis yatar. 1601’de Granada krallığında vergi işlerini yürüten kurulda görev alır. 1605’de kapısının önünde işlenen bir cinayetten yeniden hapse girer. Bu arada Don Kişot romanını yazmaktadır. Elinde sınırsız malzeme vardır. Son bölümleri hapishanede yazar ve aynı yılın sonuna doğru yayımlar. Roman çok sevilir ve kısa sürede altı baskı yapılır. Sonraki yıllarda başka romanlar ve oyunlar da yazar ve bazılarında kendi esaret hayatını anlatır. Modern roman türünü yaratır ama bunun farkında değildir. 1610’da Fransisken tarikatına geçer. 1615’de Don Kişot’un devamını yayımlar. Ölüm tarihi olan 23 Nisan 1616’ya kadar yayımcılığa devam eder. Tesadüfe bakın; Shakespeare ile aynı günde, 23 Nisan 1616’da Madrid'de ölür. İspanya’da 23 Nisan günü her yıl Kitap Günü olarak kutlanır.
    
İşte şimdi, Cervantes’in bu yazıya nasıl eklendiğini açıklama zamanıdır. 
Batılı kaynaklarda, resmi kaynaklarda ve Cervantes’in yazılarında hiç söz edilmemesine rağmen, Türk kaynaklarında bir iddia ortaya atılır. 1580’de özgürlüğüne kavuşmadan önce, 1575-1580 yılları arasında Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa tarafından İstanbul’a getirildiği, Kılıç Ali Paşa Cami’nin yapımında çalışan esir İspanyol işçilerden biri olduğu, taş taşıyarak Mimar Sinan’ın emrinde çalıştığı, caminin 1580’de tamamlanması ile beş yıllık esaret hayatından sonra memleketine döndüğü iddia edilir.

Hayatı ayrı bir yazı konusu olacak kadar renkli olan tarihçi ve yazar Rasih Nuri İleri (1920-2014), vakıf defterlerinde yaptığı araştırmada, harfi harfine Miguel de Cervantes Saavedra ismine rastlar. Vakıf defterleri çok ciddi kayıtlardır. Bu kayıttaki kişinin gerçekten Cervantes olup olmadığı konusundaki söylentileri, Akdeniz korsanları üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan İtalyan tarihçi Roberto Damiani de destekler. Ona göre durum anlatıldığı gibidir. Damiani, Venedik kayıtlarına göre kölelerine karşı merhametiyle tanınan Kılıç Ali Paşa'nın, İtalyan ve İspanyol kökenli köleleri için camiinin yanında bir mahalle kurulmasını emrettiğini anlatır. Bugün caminin hemen karşısındaki Karabaş Mahallesi’nin bu mahalle olduğunu iddia eder. (Araştırmam sırasında; tanzimat döneminin romancı, gazeteci, yayıncı ve ilk popüler yazarı olan Ahmet Mithat Efendi’nin (1844-1912) Tophane Kumbaracı yokuşundaki bu mahallede doğduğunu öğrendim.)

Görüldüğü gibi tarihler, dönemler, olaylar ve kişiler bu olasılığın yüksek olduğunu gösteriyor. Belki, Cervantes Mimar Sinan ile karşılaştı ve konuştu, belki Kılıç Ali Paşa’yı gördü. Yapılacak yeni araştırmalar, belki de tarihin karanlık kalmış bir bölümünü daha aydınlatacaktır. 

26 Ocak 2015 günü The Independent adlı İngiliz gazetesinde şöyle bir haber çıkar:

Cervantes’in Kayıp Mezarı:
İspanya’nın en ünlü yazarı Miguel de Cervantes’in kayıp mezarını bulma yolundaki çalışmalar hızla devam ediyor. “Don Quixote”nin yazarının Madrid’deki bir manastırda gömülü olduğu biliniyor fakat uzmanlar gömütün tam yeri hakkında bilgi sahibi değiller. En son, yazarın baş harflerini taşıyan bir tabut bulundu. Uzun süren kazılardan sonra tabuta ulaşan adli tıpçılar, kalıntılar üzerine incelemelerine başladılar. Uzmanlara göre kalıntıların Cervantes’e ait olup olmadığını kanıtlamak görece kolay olacak, zira Cervantes’in artrit yüzünden sol elinde ve kürek kemiklerin-de deformasyon olduğu ve göğsünde Yunan-İspanyol Deniz Savaşı’ndan kalma derin yaralar bulunduğu biliniyor. Bugüne dek büyük yazarın dış görünüşüne ilişkin elimizde bir ressam tablosundan başka herhangi bir veri bulunmuyordu. Mezarın gerçekliği kanıtlanırsa, Miguel de Cervantes’in yüzü uzmanlar tarafından resmedilebilecek.

24 Temmuz, 2016

559 - Bebekli Tatil Bavulu

Pazar, Temmuz 24, 2016 Gönderen Berna Arslan , , , , , yorum yok
Bu yazı, bebeğiyle tatile çıkacak olan ebeveynlere yardımcı olmak için hazırlandı. Bebekli tatil ilk başta birçok anne-babanın gözünü korkutabiliyor. Neler lazım olacak, gerçekten tatil yapabilecek miyiz, ya bir şeyler ters giderse... 

Biz bayramdan kısa bir süre önce 9 aylık bebeğimizle güneyde tatil yapma fırsatı bulduk. Tatil en başta bebeğimize yaradı,çünkü birçok insan görüp sosyalleşti ve açık havada bol zaman geçirdi. Orada tatile uygun bir düzen edindik ve şimdi iyi ki gittik diyoruz.


Lafı uzatmadan faydalı olacak eşyalar listesini sıralayalım. Bu liste ek gıdaya geçmiş bebekler için oluşturulmuştur. Sadece anne sütü ve/veya mama ile besleniyorsa işiniz daha bile kolay olabilir.

Giyecekler:
Bol bol kıyafet. Terleme ve kirlenme sebebiyle sık sık değiştirilebiliyor. 
Yaz için şortlar, bluzlar, tek parça şortlu takımlar, çıtçıtlı badiler işe yarayabilir. Denize girilecekse UV filtreli mayo ve şapka.
Şapka
Ne olur ne olmaz diye bir hırka/ceket, birkaç çorap ve birer tane uzun alt-üst de faydalı olabilir.

Beslenme:
Suluk
Biberonlar 
Kullanılıyorsa mama. 
Anne süt sağıyorsa göğüs pompası
Yemek taşımak için kilitli kaplar
Kaşıklar
Önlükler
Cam rende (meyveler için)
Tek gözlü ocak (muhallebi pişirmek için yanımızda götürdük)
Blender (eğer çorba pişirecekseniz)
Pişirmek için kap, kaşık, bıçak" (temizlemek için de bir süngere ihtiyacınız olabilir)

Uyku:
Gideceğiniz yerde yoksa park yatak ve çarşaf
Varsa uyku arkadaşı
Kullanıyorsa emzik
Battaniye/pike

Bakım:
Alt değiştirme örtüsü
Bebek bezi
Islak mendil (fazlasından zarar gelmez)
Pişik kremi
Güneş kremi
Vücut kremi
Havlu
Tırnak makası

Temizlik:
Bebek sabunu

İlaçlar:
Demir takviyesi
Vitamin takviyesi
Ateş düşürücü
Böcek sokmalarına karşı ilaç
Olası kabızlığa karşı fitil
Kullanılan herhangi başka bir ilaç/krem

Diğer:
Oyuncak, kitap
Diş kaşıyıcı
Ateşölçer
Emekleyip karıştıran çocuklar için priz kapağı lazım olabilir
Kanguru/sling
Bebek arabasında terlememek için örtüler

Bizim ihtiyacımız olmadı ama termal çanta ve buz kasedi yemek taşımak için işe yarayabilir. Bebek telsizi de kullanışlı olabilir.

Sonuç olarak bir bavulu bebeğin eşyalarına ayırdık. İnsan kendisi için daha az eşyayla tatil yapabilmeyi de bu vesileyle öğreniyor. Umarım bu bilgiler işinize yarar.

Tüm ailelere bebekleri ile güzel tatiller.

Resim kaynak: http://travelmamas.com/media/baby_suitcase.jpg

19 Temmuz, 2016

558 - Leydi Godiva'nın Hikayesi

Salı, Temmuz 19, 2016 Gönderen Berna Arslan , , , 1 yorum
Merhaba sevgili okur,

Bunu Bugün Öğrendim'e en son bir yazı yazıldığından beri oldukça uzun bir zaman geçti. Bunun sebeplerinden biri bu süre zarfında hayata gözlerini açmış olan bebeğim iken, bir diğeri ise belki de doktora süresince buraya fazla vakit ayıramıyor oluşum.

Ancak bugün bir değişiklik yapmak ve öğrendiğim hoş bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istedim. Ülkece içinden geçtiğimiz zor zamanlarda belki biraz kafa dağıtmaya da yardımcı olur diye düşünüyorum.

Godiva kelimesini bir çikolata markası olarak duymuş olabilirsiniz. Hatta son yıllarda Türk bir firma tarafından satın alındıkları için de ülkemizde gündeme gelmişlerdi. Ancak Leydi Godiva'nın bir de tarihsel efsanesi var. Aşağıdaki tablo daha önce gözüme çarpmıştı, ancak bu hikayeyi anlattığını bilmiyordum.


Lady Godiva, John Collier, 1897
Efsaneye göre, Leydi Godiva bir 11. yüzyıl asilzadesidir. Coventry lordu olan eşi vatandaşlarından ağır vergiler talep etmektedir. Leydi Godiva bundan rahatsız olmakta ve eşinin vergileri düşürmesini ısrarla istemektedir. Bunun üzerine kocası vergileri ancak karısı çıplak bir şekilde ata biner ve şehirde dolaşırsa indireceğini söyler. Godiva bunu kabul eder ve yalnızca uzun saçları çıplak vücudunu kapar halde şehrin merkezinde at üstünde dolaşır. Bu gezintiye çıkmadan önce ise halkı uyarır ve evlerinde kalmalarını ve dışarıya bakmamalarını ister. Bu çağrıya yalnızca Tom isminde bir kişi uymaz ve pencerelerini açarak atın üzerindeki çıplak leydiye bakar. Bu kişi İngilizce'de "peeping Tom" (röntgenci/dikizci) olarak bilinen kalıba yol açmıştır. Efsaneye göre Tom'un gözleri hemen oracıkta kör olur. 


Sir William Reid Dick, 1949
Godiva, şehirdeki çıplak turunu tamamladıktan sonra kocasıyla yüzleşir ve vergilerin indirilmesini sağlar. Leydi Godiva'nın hikayesi bir efsane olarak değerlendirilebilse de bu kişinin gerçekten yaşadığı ve hayırsever olduğu bilinmektedir. 1840 yılında Lord Tennyson tarafından yazılmış olan Godiva isimli şiiri de şuradan okuyabilirsiniz.

04 Şubat, 2015

557 - Amerikan Sinemasının En İyi 100 Şarkısı

Çarşamba, Şubat 04, 2015 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum
Amerikan Film Enstitüsü (AFI) tarafından belirlenen Amerikan sinemasının en iyi 100 şarkısı listesiyle karşınızdayız. 2004 yılında belirlenmiş listede 1930'lardan 2000'lere kadar çeşitli şarkılar yer alıyor. 

100 şarkılık listeyi aşağıda bulabilirsiniz. Birçoğu müzikallerden alınmış ve eğer izlediyseniz o sahneleri hemen akla getirecek şarkılar. Judy Garland ve Gene Kelly, seslendirdikleri beşer şarkı ile listede en çok yer alan oyuncular arasındalar. Sizce 2004'ten beri bu listeye girmeyi hak edecek başka film şarkıları oldu mu?


Bu listede yer alan en sevdiğim film müziklerinin birkaçının videosunu ekliyorum. Son olarak, ilk yüze aday gösterilen 400 şarkının listesine şu adresten ulaşabilirsiniz.


En sevdiğim:

#3. Singin' in the rain - Gene Kelly (Singin' in the Rain, 1952)


#35. America (West Side Story, 1961)


$48. Que Sera Sera - Doris Day (The man who knew too much, 1956)


#50. Rock around the clock - Bill Haley and his Comets (Blackboard Jungle, 1955)


#58. Gonna Fly Now - Bill Conti (Rocky, 1976)


Rocky serisi ile ilgili yazım için tıklayın.


#80. Springtime for Hitler (The Producers, 1968)

Bunu izlemeden önce filmi izlemenizi tavsiye ederim, çünkü bu filmin final sahnesi sayılır ve filmi baştan izleyerek çok daha fazla gülersiniz. Film ile ilgili bir yazım için tıklayın.

Son olarak listede yer almayan ama benim çok sevdiğim bir şarkıyı da ekliyorum, film Cover Girl (1944), başka bir şarkı ile - Long ago (and far away)- listeye girmiş.

03 Şubat, 2015

556 - Beynimizin yüzde onunu kullandığımız efsanesi

Salı, Şubat 03, 2015 Gönderen Berna Arslan , , 3 yorum
İnsan vücudu ve zihni ile ilgili en sevilen efsanelerden biri de beynimizin yalnızca yüzde onunu kullandığımızdır. Bu efsaneden paye çıkartan yaşam guruları ve koçları olduğu gibi, 2014 yılında hala bu konuda film yapabilen yönetmenler bile var (Luc Besson - Lucy).

Peki bu efsanenin kaynağı ne? 

Kimse emin olamasa da birkaç şüpheli var: Bunlardan biri, 1930'larda sinir cerrahı Wilder Penfield'in elektriksel uyarı verdiğinde beynin büyük bir bölgesinde aktivite gözlemlememesi sonucu bu bölgeyi 'sessiz korteks' olarak adlandırması. Elbette bugün bu bölgelerin işlevlerinin olduğunu biliyoruz.

Ya da belki de her şey 1908'de büyük psikolog ve filozof William James'in "Mümkün olan zihinsel ve fiziksel kaynakların sadece küçük bir bölümünü kullanıyoruz" demesiyle başladı.

Neden bu kadar popüler?

Çünkü insanlar mucizelere inanmayı sever diyelim. Astrologların, diyetisyenlerin, yaşam koçlarının sunduğu umutlara benzer bir şey sunuyor beynimizin yüzde onunu kullandığımız efsanesi. Bize gelişmek için umut ve fırsat olduğunu ve bunun farkında olarak diğerlerinden farklı olabileceğimizi vaat ediyor.

Neden mantıksız?

Yüzde doksanı kullanılmayan ve vücudun enerji kaynaklarının çok büyük bölümünü kullanan bir organın gelişmesi evrimsel açıdan anlamsız olurdu.

Beyin görüntüleme teknikleri beynimizin tüm alanlarını kullandığımızı gösterir. 

Erken yaşlarda beyin hasarı, beynin esnekliği sayesinde daha az zarar verici olabilse de, geç yaşta beynin herhangi bir yerinde oluşan hasarın ne kadar önemli sonuçları olabileceği birçok vakada görülmüştür.

Dipnot:

Psikoloji çalışmalarında beyin görüntüleme teknikleri, genellikle bir işlevin hangi beyin bölgeleri tarafından yürütüldüğünü öğrenmek için uygulanır. Örneğin, siyah beyaz geometrik şekillere bakarken beynin hangi bölgelerinin etkinleştiğini öğrenmek isteyen araştırmacılar, öncelikle beyin dinlenme halindeyken, yani kişiye yapması için bir şey verilmeden ve kişi beyin görüntüleme cihazının içinde dururken, beynin etkinleşmesini ölçerler. Daha sonra kişiye geometrik şekiller gösterilir ve beyin aktivitesi kaydedilir. İki görüntü arasındaki fark, yalnızca geometrik şekillere bakarken etkinleşen bölgeleri gösterir. Böylece aşağıdaki gibi görüntüler oluşur ve belki bu durum da beynimizin yalnızca yüzde onunu kullandığımız efsanesine katkıda bulunmaktadır.

Resim kaynak:
http://www.martinos.org/neurorecovery/images/fMRI_labeled.png